1 Ağustos 2016 Pazartesi

Soğumuştu kadının içi. Tıpkı dışarda buz tutmuş yollar, ağaçlar, beton duvarlar gibi. Havanın donduruculuğuna aldırmadan yürüyordu evine doğru. Sanki bir bahar günü, diye geçirdi içinden. Mutluyken her yer bahar. Herşey ısıtmakta insanın içini. Yalnız insanın mı? Sokakta tir tir titreyen köpeği dahi ısıtır mutluluk. Gülümser sanki önüne bir kap yemek koyduğunda. Minnettarlığından mıdır bilinmez, ama mutludur. Ve içi bir anda ısınır bu mutlulukla. Soğuğa aldırmadan afiyetle yer kendisine bir lütuf gördüğü yemeği. 
İşte bu mutluluk, dedi kadın, tüm bu düşünceler içerisinde yürürken aslında bir köpeği izlemekte olduğunun bile farkına varmadan. Kendine geldiğinde hissetti kara kışın şiddetini. Hayaller, düşünceler dahi ısıtırmış demek insanı.. Ne çok üşümüşüm, dedi. Az kalmıştı. Şu köşeyi de dönünce evi karşısına çıkacaktı. Evi.. Ne büyük mutlulukla almıştı. 5 yıl kadar önceydi. Ailesinden ayrılıp kendi başına yaşamaya karar verdiğini söylediğinde nasıl bir tepkiyle karşılaşacağını biliyordu. Yine de göze alıp söylemişti ailesine. Babası, hayatta olmaz, demişti. Biz buradayken, mis gibi evimiz varken niye ayrı gayrı olacakmışız? Yeni işini anlatmıştı kadın, defalarca, çok yüksek olmasa da idare edeceği kadar kazanıp gerçekten mutlu olacağı bir iş. Çalışmayı çok severdi. Meşgul olmayı, başını kaşıyacak vakti kalmamasını. Bu iş tam ona göreydi. Zorla ikna etti ailesini ve biraz da biriktirdiği paralarla almıştı 'kendi' evini. Ah ne güzeldi emeğinle yaşamak. Kendi ayaklarının üzerinde durmak, bağımsızlık, hürriyet.. Evine istediği vakitte girip çıkıyor, her yeri dağıtsa da topla diyen, hesap soran olmuyordu. Tam anlamıyla "mutluydu" kadın. Ama fazla uzun sürmemişti allayıp pulladığı "mutluluğu". Önce işini kaybetti. Sonra arkasına bile bakmadan yalnız bıraktığı anne babasını. Son gördüğünde, sen yeter ki mutlu ol, biz iyiyiz, cümlelerinin içinde saklanmış yardım çığlıklarını duysa da aklında büyütmemiş, "nasılsa birlikteler" diyerek kendisini avutmuştu. Tabi ya, dünyanın yükü ondaydı. Tek başına yaşayan, kendi kendine geçinmeye çalışan, sürekli sıkıntılarla boğuşan hep o olmuştu. Onlar güllük gülistanlık yaşıyorlardı nasılsa. Böylesi cümlelerle aklındaki soruları susturan kadın, annesinin 'bu kez biraz daha uzun kalsan olmaz mı' yalvarışlarına aldırış etmeden döndü evine. Aradan bir hafta geçmişti. Yabancı bir numaradan gelen telefon herşeyi açıkladı kendisine..
Kapıdan içeri girdi. Sonunda kavuşmuştu evine. Galiba mutluluk buydu. Severek aldığı kırmızı montunu bir koltuğa kendini de diğer koltuğa atıp bir süre uzandı. 
Uyandığında saat çoktan 8'i geçmişti. Hemen kalkıp alışveriş poşetlerini yerleştirmeye koyuldu. Sonra da, işinin başına oturdu. Yarına yetiştirmesi gerekiyordu bu yazıyı. Çalışma masasındaki mumun dışardaki soğuğa inat nasıl yandığını izledi bir süre. Yazmaya koyuldu; "Herşey zıddıyla mümkün.. Ve bir o kadar da imkansız." Bir saat geçtikten sonra attı çöpe,mürekkebinin siyahına boyanmış kar beyazı kağıdını. Tekrar izledi kışı, kıştaki yazı, her mutluluğun ardında saklanan hüznü ve her hüznün sonrasında beliren mutluluğu. Aldı kalemini kağıdını önüne. Yazdı yine. Bu daha kısa sürdü. Yine attı. Olmayacaktı böyle. Tekrar mı dışarı çıksam, diye düşünürken, radyoyu açmanın daha iyi bir fikir olacağına karar verdi. Müziğin sakinleştirici sesi yayıldı odaya ağır ağır. O ana kadar hissizleşmiş, kaskatı kesilmiş kalbi, sanki sıcakta eriyen buz kütlesi gibi bir anda çözünüvermişti. Bir şey vardı bu şarkıda, bir nükte, ya da bir latife, ne derseniz deyin, diye geçirdi içinden. Çocukluğuna dönmüş buldu kendisini. Evde babası tarafından son ses açılmış 80lerden kalma radyoyu hatırladı. Bir de babasının bu şarkıya eşlik eden billur sesini. "Ah ne güzel söylerdi babam, annem de oturur izlerdi onu. Ben dışarıdan liseli aşıkları gözetleyen küçük çocuklar gibi gülerdim onların bu haline.. Ne tatlılardı, ne de yakışırlardı birbirlerine." Yazmanın vakti gelmişti artık. Sandalyesineoturup bir nefes çekti derinden. Kalkmadı bir daha. Son cümlesini yazdığında saat 5 i gösteriyordu:
Hani kadınlar bunalıma girdiğinde saçlarını kestirir derler ya, ben bilerek uzatıyorum saçlarımı, unutmamak için çoğu şeyi, mesela, en son ne zaman kırıklarımı aldırdığımı. Ablamla kuaföre gitmiştik o gün, yıllarca göremediğim ablam. Çok istediğim bir model vardı, denemeye sabırsızlandığım ve onu tercih ettim. Çıkınca teyzeme gitmiştik. Hayattaydı o zamanlar eniştem. Ablam iktidarı sorardı enişteme, siyasi muhabbetler.. Küçüktüm ben, anlamazdım onların konuşmalarını. Ama biz mutluyduk hep birlikteyken. Akşam eve dönünce yalvar yakar babamı ikna ederek kaldığım yaz okulunda hayatımın en buhranlı dönemine ilk adımlarımı atacağımı tahmin dahi etmezdim. Yaşarken ölmek neymiş yine de anlayamamıştım. Özgürlüğü yalnız başına yaşamak zanneden ben, kendi ayaklarım üzerinde durduğumu sanardım hep. Bilmezdim hayatın bizi daha ne kadar sınayacağını. Herşeyin çocukluğumdaki gibi toz pembe kalacağını zannedecek kadar küçükmüşüm hala. O zamana dek bir insanı en fazla otobüs yolculukları yorar sanardım. Bilememişim, ayrılık yorarmış insanı asıl, hasret bitirirmiş sabrını, asıl buymuş yüreğine işleyen, yakan, kül eden… Sadece yüreğine değil, tırnak uçlarına, iliklerine, ta en derinlerine kadar tutuşurmuş insan. Hasret ciğerini lime lime edermiş de sen, hala hayattayım,dermişsin. Bunları anladığım gün farkettim ben kendime bunca güvenimin nerden geldiğini. Elinden tuttuğum babam, ikindi vakti sahilde yürüyüşe çıktığım annem imiş benim asıl güven kaynağım. Hiç unutmam, ehliyetimi alacağım sıralardı, babam son güne kadar bana yardım etmedi bilerek, olur da kendimi tutamayıp sinirlenirim, kızım yanımda panikler de bir daha araba kullanmak istemezse diye. Sınava bir gün kala oturttu beni sürücü koltuğuna, yanıma geçti. Sür, dedi. Ben mutluyum, rahatım, nasılsa babam var yanımda, birşeycik olmaz çünkü eğer yanında baban varsa. Korkmaz bir kız kimseden elini babası tutuyorsa eğer. Yollar yokuştu hep ama bir yokuşa geldik ki dağı tırmanacağız artık. Yapamam baba,dedim, ben artık döneyim, yap dedi, devam et, ben sana güveniyorum. Sonuç: Yapamadım. Panikledim. Babam yokuşun ortasında çekti el frenini aniden. Ben zannediyorum kikızım in de ben süreyim, diyecek. Yapmadı. Dur, dedi. Nefes al, sakin ol, şimdi düşün, ne yapman gerekiyor. Durdum. Derin bir nefes aldım. Vitesi aldım bire, kontağı açtım tekrar. Kendimi toparladım ve çıktım o dimdik yokuşu. Eğer o gün babam zorlamasaydı beni, o güveni verip bana çıkarmasaydı o yokuşu, bir daha hiç çıkamazdım ne o yokuşu ne de bir başkasını. Ben yapamam, der, kaçardım. İşte bu yüzden, güven nedir babamdan öğrendim ben. Dimdik dur, başını eğme öne, deyişinden öğrendim. Benim kızım herşeyin üstesinden gelir, dediğinde hissettim. Yıllardır bize karşı içinde besleyip büyüttüğü sevgiyi artık telefondaki uzun sessizliklerinden, titrek seslerinden anlıyorum. Özlüyorum. Bilmezdim ben, gittiğinde, babam olmasa da o var şükür diyeceğim herkesin ard arda vefatını öğreneceğimi. Bugünleri göreceğimi bilsem dönmezdim asla, bu yüzden kaçarım ben memleketimden, hasret orada çünkü, eksiklik orada. Şimdi  bir yere gittiğimde kim, selam söyle babana, dese, burnumun direği sızlar hep. Bundandır eskiden birlikte gittiğimiz yerleri görünce bir köşeye sinmem. Bu yüzden ne zaman mutlu bir aile tablosu görsem, ağlarım, tutamam kendimi. Sahi, yakın mı vuslat? Kavuşabilir miyim ben de, doya doya sarılır mıyım onlara, gelir mi o günler?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder